Genel

Tekrar Eden Deneyimler ve Duygusal Dayanıklılık

İnsan başına ne geleceğini bildiği zaman mı gelecek olandan daha fazla korkar, endişelenir; yoksa bilinmezlik mi daha fazla korkutur bizi? Mesela, ilk kez uçağa binmek mi daha ürkütücüdür, yoksa daha önce uçağa binmiş, belki şiddetli türbülans ya da farklı zorluklarla dolu bir yolculuk tecrübe etmiş bir insan için mi uçağa binmek daha zordur? Ya da doğum yapmak mesela.. İlk kez doğum yapmak mı daha korkutucu gelir bir anne adayına, yoksa ikinci kez doğum yapacaksa, başına ne gelebileceğini az çok bildiği için daha mı yoğun yaşar duygularını bu anne adayı?

“Bizi öldürmeyen şey bizi güçlendirir” buraya kadar hemfikiriz, ama yalnızca korkudan bahsetmiyorum aslında, herhangi bir duyguyu kastediyorum, ilk kez yaşadığımızda mı daha yoğun yaşarız o duyguyu, yoksa o duygu bize “tanıdık” olduğunda mı?

Belki de kişiden kişiye ya da olaydan olaya değişen bir durumdur bu. Daha önce yaşadığımız şeyin zorluk derecesi ve üzerimizde bıraktığı travmatik etki ile doğru orantılıdr belki de. Bana sorarsanız, ben bu sorunun kesin yanıtını kendim için henüz bulabilmiş değilim. Belki de bu yazıyı yazarken bulabilirim.

Geçen gün arşivlerde gezinirken, 2018’deki bir paylaşımıma denk geldim. Oğlumla evde tek başıma kaldığım bir izin dönüşü, hem çalışmam hem de doğal olarak onunla ilgilenmem gereken bir günde, o bir günü nasıl geçirdiğimi anlatıp kendimi kutlamışım. Hak etmişim de bence kutlamayı. Böyle münferit günler oluyordu hayatımızda elbette covid öncesinde de, ama “münferit”ti.

Derken Mart 2020 bir dönüm noktası oldu ve bir anda, 3 yaşında bir çocukla evden çalışmak, aynı zamanda evi de hiç yardımsız çekip çevirmek zorunda kalan bir anne baba olarak hayatımız bambaşka bir şekle büründü pek çok kişi gibi bizim de, hem de gerçek anlamda “1 gecede.” Zordu, çok – çok zordu. Bu zorluğu anlatabileceğim bir sözcük bulmakta bile zorlanıyorum, o kadar zordu. Ama geçti. O ilk anın şaşkınlığı ve şokuyla, bunun “geçici” bir dönem olduğundan son derece emin, sabrettik, azmettik, tükenmeye yüz tuttuk ama geçti. Neticede biz bunu yaşarken yine de halimize şükretmek durumundaydık; zira bizden çok daha zor koşullarda hayatını sürdürmeye çalışan bir sürü insan vardı – hep var olduğu gibi. En azından evdeydik, birlikteydik, en azından sağlıklıydık, en azından evden sürdürebileceğimiz bir işimiz vardı, en azından… O “en azından”lar bizi ayakta tuttu bence, biz derken bu süreci yaşamış olan hepimizi kastediyorum.

Sonra yaz geldi, bir şeyler hafifledi, biz yeni düzene alıştık, alternatif çözüm yolları geliştirdik. Darwin’in teorisinde olduğu gibi “adapte olduk ve hayatta kaldık.” Sonra Eylül geldi, yeni bir adaptasyon süreci başladı bizim ev için. Oğlum kreşe başladı. Bunca hengamenin, gürültü patırtı ve bilgi kirliliğinin arasında verdiğim en doğru karar, attığım en sağlıklı adımdı bu. Hem oğlum için, hem kendim için. Elbette ki çok kolay olmadı başlarda, ama oldu. Çünkü bu da bir dönemdi, bir geçişti ve Mart ayında yaşadığımız çılgınlıkla kıyasladığımda hayatın olağan akışı içerisinde çok çok daha kolay bir süreçti; yine hem kendim, hem oğlum adına. Bundan 10 – 20 yıl sonra covid üzerine neler konuşacağız, bugünleri nasıl anacağız hiçbirimiz bilmiyoruz henüz, ama emin olunan ve sıkça dile getirilen bir gerçek var ki, bu sürecin hepimiz üzerindeki psikolojik boyutu belki de en çok üzerinde durmamız gereken konu başlığı olacak. Özellikle de çocuklar söz konusu olduğunda. Sürekli olarak dış dünyanın “tehlikeli” olduğu mesajını alan, almak zorunda kalan; küçücük evlerde, belki günlerce, haftalarca sokağa, açık havaya hasret bırakılan; akran iletişiminin en kritik olduğu yaşlarda, gelişim çağında bundan uzak kalmak zorunda kalan çocuklarımız. Kimbilir bugünler her birinde nasıl etkiler bırakacak ve bugünleri nasıl hatırlayacaklar, bunu samimiyetle merak ediyorum.

Herkesin kendi penceresi var elbette dünyaya baktığı, işte ben de tüm bunları düşünerek, bu dönemde kendi penceremden bakarken, oğluma yapabileceğim en büyük iyiliğin, ona “normal” hayatını olabildiğince aynı düzende sürdürebileceği bir seçenek sunmak olduğuna kanaat getirerek vermiştim kreş kararını. Bu kararı verirken bunun ona iyi geldiği kadar bana da iyi geleceğini tahmin etmemiştim. Bunu yüksek sesle dile getirmekten çekinmeyelim sevgili ebeveynler, hepimiz insanız. Bir çocuğu büyütmek, onunla 7/24 ilgilenmek hiç kolay bir şey değil ve bir kişinin tek başına üstlenebileceği bir sorumluluk değil, böylesi doğamıza aykırı her şeyden önce. Bir çocuğa, kendi akranlarının ve anne babası dışında farklı yetişkinlerin, olabildiğince zengin ve çeşitli bir çevrenin vereceği birçok şeyi biz veremeyiz salt anne baba olarak. Onun o akran zamanını geçirdiği sürede de, bizim kendimize vakit ayırmamız, işimize gücümüze bakmamız, ya da bazen sadece ayaklarımızı uzatıp dinlenmemiz ise hiç suçluluk hissetmemizi gerektirmeyen, ayıplanmayacak bir gerçek, son derece olağan bir ihtiyaç. Bunu en çok, her iki durumu – evde 7/24 bir çocukla olup aynı anda hem çocuk, hem ev, hem iş sorumluluğunu üstlendikten hemen sonra onun kreşte, benim evden çalışma düzeninde olduğum – peş peşe yaşadığım için çok net kıyaslayabiliyorum ve aradaki farkı açık seçik görebiliyorum (Konuyu biraz başladığım noktadan farklı bir yere taşımış ve dağıtmış olabilirim, ama bir yere bağlayacağım, merak etmeyin:)

Yazının en başındaki sorulara dönecek olursak, bana bunları düşündüren, beni geçtiğimiz 1 yıla ve hatta biraz daha öncesine alıp götüren şey, aslında önümüzdeki 3 haftalık ara tatil oldu. Daha önce aylarca süren bir süreci şimdi sadece 3 haftalığına tekrar yaşayacak olmam, bana kendimi hiç de öyle hazırlıklı, “yaa daha önce nasıl yaptıysam yine yaparım, hem yalnızca 3 hafta” falan gibi hissettirmedi (belki -umarım-ilerleyen günlerde hissettirir, bilemiyorum😊) Daha önce yaşadığım için bildiğim, yaşayabileceğim zorluklar, stres, kendime yüklenmelerim, ideal annelik bir tarafa “yeterince iyi” anne olmaya bile zaman zaman yetemediğimi hissettiğim hallerim bir bir aklımdan geçti. Ve evet, bilmek eşittir yapmak olmadığı için tedirgin oldum. Evet biliyorum, bu da bir dönem ve geçecek, evet “abartılacak bir şey yok”; öyle ya da böyle geçecek. Her şey geçtikten sonra geriye dönüp bakacağız ve “ne günlerdi” diyeceğiz, buna da eminim. Öte yandan, doğum izni dönüşü ücretsiz izin kullanmayıp oğlum 6 aylıkken işe döndüğüm, en azından şöyle 1 yaşına kadar onunla evde kalmadığm için kendi kendime çok hayıflandığım bir dönem olmuştu, neredeyse 1 yıldır süregelen bu sürecin bana sunduğu en büyük nimetin bunun bir nevi telafisi olduğunun son derece farkındayım ve oğlumla doyasıya geçirdiğim zamana minnettarım, her anına şükrediyorum. Bu da madalyonun diğer yüzü elbette.

İşte bütün bu duygu gel gitleri içinde şimdi tekrar düşündüğüm de, gerçekten hangisinin daha büyük, daha yoğun olduğuna karar veremiyorum. Emin olabildiğim tek şey, bunun net bir cevabı olmadığı, artık. Duygularımızı nasıl, ne yoğunlukta yaşadığımızı belirleyen milyon tane etken varken, çevresel faktörler işin içerisinde kocaman bir yer kaplarken, ben her zaman olduğu gibi etki edebildiğim alanıma odaklanmayı seçiyorum ve bu 3 haftayı dolu dolu, elimden gelenin en iyisini yaparken kendimi de tüketmeden, zorlandığımda el kaldırıp yardım istemeyi, hiç olmazsa içimi dökebileceğim kimselere nasıl hissettiğimi anlatmayı ihmal etmeden geçirmeye karar veriyorum…

Tekrar Eden Deneyimler ve Duygusal Dayanıklılık” için bir yorum

  1. Nasıl bu kadar ortak hisseder insan ve nasıl bu kadar güzel anlatılır ortak hisler. Tebrik ederim. Başka söz bulamadım. 👋🌺

    Liked by 1 kişi

Yorum bırakın